31 Ocak 2008 Perşembe

tespit_mimarlar odası(mız)

birkaç gün önce Mimarlar Odası İstanbul Şubesi seçimleri oldu, ve çoğumuzun tanıdığı isimler hükümet yanlısı şeklinde yansıtıldı, eğer bu seçimi bu şekilde -saptırılmış bir bilgi ile- kazandılarsa. bravo! bir taraftan da Mimarlar için mimarlık grubu daha genç bir nesil olduğu ve bizim gibi birçok kişi mimarlar odasına olan kırgınlık ya da kızgınlık nedeniyle üye bile olmadığı için bu seçimde sonuç bu oldu...ama buna güvenmeleri yanlış olur. bu son seçim değil. yazılanlarsa gerçekten üzücü. Mimarlar için mimarlık grubu adı üstünde işte tespit edilecek bişey yok 'mimarlar' içindir, ve bunu anlamaları bile zor anlaşılan.

başka bişey daha eklemek istiyorum. Sizin bir odanız yok mu kuzum diye sorup duran diğer meslekten arkadşlarımın karşısında, var daaaa... deyip kalmamı biraz anlatır gibi,


Yazar Hasan Ali Toptaş konuğumuz. İstanbul’u hiç bilmem, diyor. Ne yapsak diyorum eşime, nereye götürsek. Eve yakın Kanlıca’ya gidiyoruz. Boğaz, dar bir açıdan da olsa görülüyor. Kalabalık. Masalar sıkış tıkış. Masaların önünde banklar. Bankları ötelemiş kafeler. Paran yoksa denize bakmayacaksın İstanbul’da. Çay kokusu, kaşarlı tost, Kanlıca yoğurdu… İstanbul bir garip. Utanıyorum Hasan Ali’den. İstanbul bir görev gibi omuzlarıma binmiş. Çarpık yapılaşmadan söz açılmasa bari diyorum, mimar olunca sıkılıyor insan. (Sıkışırsam Kadir Topbaş’tan laf açarım, o da mimar, paylaşırız bu görevi.) Ne Kongre Vadisi'yle halka kapatılmak istenen Harbiye’den, ne turizm amacıyla halka kapatılacak olan Galataport’tan, ne otel ve iş merkezleriyle halka kapatılacak olan Haydarpaşa Limanı’ndan, olası raylı toplu taşımacılığını halka kapatan 7 Tepe 7 Tünel projesinden, ne soylulaşma adına Sulukule Kasımpaşa sırtlarına yapılmak istenen Osmanlı Evleri’nden, Bağdat Caddesi’ne dikilecek yeni gökdelenlerden ve başka başka gökdelenlerden konuşmak istemiyorum. Yazarın, “Bin Hüzünlü Haz” romanını konuşmak istiyorum. Bir kent masalı bu roman. Tanrısal bir gözle kentteki her evi, evin içini gören, olduğu gibi anlatan; “…Ola ki parça parça bakıldığında her şehre benzediği için genel görünümüyle hiçbir şehre benzemeyen bu şehrin bir semtinden bir semtine gidilirken her defasında parçalanmışlıktan doğan bir boşluğa, ama topraktan bile destek almayan, derin ve tüyler ürpertici bir boşluğa düşülüyordu da, minibüsler, otobüsler ve otomobiller, ablak suratlı kamyonlarla birlikte oralarda vınlaya vınlaya, kan ter içinde, tepinip duruyorlardı.”, (sayfa: 33-34). Bin hüzünlü bir hazdır İstanbul’da yaşamak. Sürekli bir kıvranma, sanki hepimizin eli karnında, sırtımızda kambur. Bu yüzden görmüyoruz birbirimizi. Hep yola bakıyoruz. Behiç Ak’ın dediği gibi bir koridorda yaşıyoruz. Üstümüzde beyaz bir çarşaf, ayaklarımız yere değmiyor. Koridor karanlık.

Hiç yorum yok: